Oğuz Atay, Aralık 1977′de aramızdan ayrıldığında, henüz 43 yaşındaydı. Ölümünün üzerinden geçen 29 yılda, bir zamanlar yaşamış, üzerine çok düşünmüş ve yazmış olduğu ülkesinde hemen hiçbir şey değişmedi. Ülkesinin kendini bir türlü dinletemediği, duyuramadığı “ canım insanlar “ı, bütün o yıllar boyunca yollarına belki daha bir sağırlaşarak ve körleşerek devam ettiler.
O, bunu hep görmüştü. 7 Kasım 1970 tarihinde günlüğüne yazmış olduklarını bir kez daha okuyalım: “ Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı “myth”lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi biçimde bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde.- Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Piskolojik yönü boş kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, “muhalefet yapmak” olduğunu sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir “mış gibi yapmak” tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya.. mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve Batı’ya bile kabul ettirdiğimiz anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz. Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz… ”
Bu satırları okumakla kalmayıp, yazılışlarının üzerinden tam 36 yıl geçtikten sonrai bazı sorular da soralım: Bu yazılanlar açısından ne değişti? Yarım yamalaklığımızı bir yana bıraktık mı örneğin? Ya da “ olayları ve dünyayı mucizelere bağlı bir şekilde ” yorumlamaktan vazgeçebildik mi? Bütün o yıllar boyunca geride bıraktığımız yollar, bize trajedilerimizin farkına varmayı sağlayabilecek bir bilinç kazandırdı mı? Trajedilerimizi komedi, komedilerimizi de trajedi gibi yaşamaktan uzaklaşıp, yaşamlarımıza tirajikomik bir hesaplaşmanın ciddiyetini kazandırabildik mi? Sadece “ kötü yaşantıyı dile getirme “nin asla ciddi bir “ muhalefet ” sayılamayacağını, asıl muhalif duruşun, tarih bilincinin ve sürekli bilme çabasının rehberliğindeki eleştirel bir bakışla gerçekleşebileceğinin farkına varabildik mi?
“Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar…” Bundan önceki paragrafta sıraladığım tüm soruların yanıtları, sanırım Oğuz Atay’ın alıntıladığım bu son saptamasında gizli: Bir büyük trajedinin içinde yaşayıp onun farkında olmamak. Antik çağ Yunan dünyasında sanatsal temellerine kavuşan tirajik düşünce, insanoğlunu tanrılar ve kader çizgisinden ayrılamadığı için tirajik kılmıştı. Shakespeare ile tarih sahnesine gelen modern tirajik insan, tirajikliğinin, başka deyişle çıkışsızlıklarının kendi iç çelişkilerinden kaynaklandığının bilincindeydi. Toplumsallaşmanın ve toplumsal devinimlerin olağanüstü ivme kazandığı yirminci yüzyıl ise bireyin geniş ölçüde çökertilmesiyle birlikte, dünyayı ve yaşamı algılama bağlamında üçüncü bir türün ortaya çıkmasını sağladı: Tirajik olan, ama tirajikliğinin bilincine çoğu kez ömür boyu varamadan yaşayıp(!) giden insan.
Yani: Hazin insan!
Ahmet Cemal
14 aralık 2006/ Cumhuriyet