Atay, hicivci değildi; çünkü okuruyla paylaştığı bir zemin, bir hakikat yoktu. Oysa hicivde hep bir doğru vardır; hicivci karşısındakiyle alay ederek, onu gülünçleştirerek bu doğrunun görünmesini sağlar. Alay ettiği şeyle kendisi arasındaysa mutlak, aşılmaz bir duvar vardır. Duvarın ötesinde, nesnesi acz içindedir, çünkü haksızdır. Bu yüzden hicivcinin karşısındakine yönelttiği alay hiçbir zaman kendisini ya da temsil ettiği doğruyu yaralamaz; tersine onu kuvvetlendirir, daha doğru, daha haklı kılar. Şöyle der hicivci: “sen kendini akıllı zannediyorsun, ama aslında budalanın tekisin.”
Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar ‘da çok farklı alay tekniklerini bulmak mümkün. Örneğin taklit var, başkasının dilinin abartılarak taklit edilmesine dayanan parodi var, bir gösterme ya da yabancılaştırma tekniği olarak alay var(“tutunamayanlar”, kendini korumasını bilmeyen beceriksiz ve korkak bir av hayvan türüdür), ciddiyetle gayri ciddiyetin yer değiştirmesi ya da ciddi olanın hafifsenerek gülünçleştirilmesine, saçma olanın ciddiye alınmasına dayanan bürlesk var, sözcük oyunlarından kaynaklanan bir hafifseme var. Ama Atay’ın kullandığı bütün bu tekniklerin toplam etkisi, yalnızca bir teknik değil, aynı zamanda bir bakış açısı olarak tanımlanabilecek bir başka alay biçimini yaratır: İroni.
İroni, birçok bakımdan hicivden farklıdır. Hicvin tersine ironide bir doğruluk, bir haklılık zemini yoktur. İroni tam da alay edenin hakikati temsil etmediğine inandığı, doğruyla yanlışı ayıracak zeminin kayganlaştığı an başlar. Bu yüzden sürekli yer değiştirir özne; önce bir değere dayanıp bir başkasını alaya alır, hemen ardından bir başkasına yaslanıp onunla alay edebilir. Alay ettiği nesneyle arasındaki ilişkide hep bir süreklilik sezgisi vardır; onunla hiç değilse köken bakımından özdeş olduğunu, aynı maddeden yapılmış, aynı acz içinde olduğunu sezer, bu duygudan bir türlü kurtaramaz kendini. Gerçi karşısındainin doğruyu temsil etmediğinin farkındadır, bu yüzden onu gülünç kılmak ister; ama bu isteğinin, bu kez kendini doğrunun yerine koymaya götüreceğinin de farkındadır. Bu, öznenin bireysel kurtuluşun imkansız olduğunu hissettiği, alay ettiği nesneyle, isyan edilenle, acı çektirenle ortak bir kadere sahip olduğunu fark ettiği andır. Bu yüzden de karşısındakine yönelttiği alay, her zaman geri dönüp kendisini de yaralayacaktır. O halde soytarılığı, maskaralığı, mahallenin delisi olmayı baştan kabul eder; kendini karşısındakinde daha gülünç, daha budala kılar. Karşısındakine şöyle der: “Senin söylediğin budalaca, ama ben daha da budalayım.” Ama sinik alaydan farklı olarak, burada cılız da olsa bir inanç varlığını sürdürür: yanlış sonuna kadar götürüldüğünde; cümlenin kendisini, alay edenin kendisini de yanlışladığında, belki o zaman başka bir doğruya yer açılacaktır.
……Oğuz Atayın alayı, kızgınlık ya da öfkeden beslenmiş bir alay değil. Ondaki alay, nesnesinden bir türlü kopamayan, onun doğrudaki payını bir türlü unutamayan, haksızlığı ve aczi bir türlü kendi dışına atamayan, karşısındakini haksız kendini haklı göremeyen, çoğu kez onunla özdeşleşen, onu içselleştirmeye çalışan bir alay. Buna bağlı olarak Atay’da alay ve komiklik, duyguyu denetlemenin yollarından biri olarak karşımıza çıkar.
Atay’ın kişilerinin bugün bize en yakın gelen özelliklerinden biri, hayat karşısında beceriksiz, “hayatın acemisi” olmaları. Tutunamayanlar’da Selim Işık, Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet Benol, düşünmekten yaşamaya fırsat bulamamış, “hayat bilgisi”nden yoksun, bu yüzden de zihinlerindeki doğrularla birlikte evde kalmış, çocuk kalmış kişilerdir. Herşey çok önceden belirlenmiş
gibidir: “Kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi” Selim çocukken ne futbol takımına girebilmiş, ne sınıf mümessili olabilmiş, ne korkularını yenip çocukluk aşkının peşinden dut ağacına çıkabilmiş, ne de büyüdükten sonra,kötü yaşarım korkusuyla hayata dahil olabilmiştir. Hikmet’in içindeki çocuk da, “yaşamadığı için büyümemiş”tir. O da Selim gibi düşünmenin kurbanı gibidir: Erkeklerin pijama ve terlikle dolaştığı, duvarlarına takvim asılan evleri gülünç bulduğu için kendine bir hayat kuramamış, sahte olurum ya da kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamamış, bir kere böyle düşündüğü için başka türlü düşünememiş, sırf öyle söylediği için bütün hayatını “kelimeler uğruna” harcamıştır. İçlerinden bir tek “eyyamgüder” Turgut Özben beceriklidir: Duraklara en kısa yollardan çıkabilir, dolmuşa herkesten önce binebilir; erken yaşta, öğretmenin gözüne girebilmeninin bağırarak şiir okumaktan geçtiğini keşfeder; ama o da bu beceresini, “hayat pasosu”nu Selim’i anlamaya çalıştıkça kaybedecek, bir “deliler treni”nde bir istasyondan diğerine dolaşmayı
seçecektir. O halde bir kader birliğinden söz edilebilir: Bilinç insan hayatın dışına itecek; beceriksiz, tutuk, acemi ve işlevsiz kılacaktır.
Atay bu yaşantıyı acıklı bir dille, tutunamamaktan yakınarak ya da tutunamayanları hor görenlere, onları gülünç duruma düşürenlere öfke duyarak -bir tür unutkanlıkla, acı çekenin dışında herşeyi unutarak- anlatabilirdi. Ama bunu yapmıyor; birşey geri çekiyor Atay’ı; oradaki tutukluğu, beceriksizliği abartmayı, daha komik, daha kırılgan, daha korumasız kılmayı seçiyor. Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet, hayattan kaçıp sığındığı gecekonduda, kendisi gibi yaşamasını bilmeyenler için büyük bir boşluğu, “hayat kadar büyük bir boşluğu” dolduracak yüzlerce ciltlik bir “hayat bilgisi” ansiklopedisi çıkarmayı tasarlıyor. Bir insanın günlük hayatta yolunu bulması için bilmesi
gereken herşey; soyunurken nasıl bir sıra takip edeceği, pijamalarını nasıl katlayacağı, “Bakkal Rıza’ya gitmek meselesi” dahil günlük hayatta karşılaşabileceği bütün durumlar ayrıntılarıyla, mümkün olan bütün çözüm yolları aydınlatıldığında kimse kararsız kalmayacak, kimse kendini yalnız hissetmeyecek, kimse delirmeyecektir. Kitaplardan edinilmiş bilgiden, kitabilikten, bilincin karşılıksızlığından, zihinde kurulana tekabül eden bir gündelik hayat olmamasından kaynaklanan yalnızlık, bu kez bu soruna da karşılık verecek dev bir kitapla aşılmaya çalışılıyor. Bir türlü hakim olunamayan günlük hayata dahil olmanın, sürekli bir korku kaynağı olan eşyayı
denetlemenin tek yolu, hayatı hep bir hayat bilgisi kitabına danışarak, bir talim olarak yaşamaktan geçecek: Kapının kilidi iki kere çevrilmeli, anahtarlar vazonun içine konmalı, diş fırçası yıkandıktan sonra lavabonun kenarlarına vurularak suları silkilmeli, sevişirken iyi oluyor, iyi oluyor diye tekrarlamalı, tabiatı sevme talimleri yapılmalı… Hikmet’in yaptığı gibi: “Bütün kötülükler dalgınlıktan çıkıyor. İnsan nerede olduğunu, ne yapmakta olduğunu her an bilmeli. Mesela sen şimdi kahvedesin dedim kendime, çayını içtin dedim, parasını ödeyeceksin dedim. Dışarıda yağmur yağıyor, sen yağmurun dinmesini bekliyorsun. Mevsimlerden sonbahardır ve içindeki bu yavaş
hüzün sonbahar yüzündendir. İlkbahar olsaydı böyle hissetmezdin. Mevsimlerin değiştiğini gözden kaçırmamalısın. Kahvede oturup Sevgi’ye gideceğini durmadan düşünüp, sonra da çayını parasını verip vermediğini bilmez bir duruma düşmemelisin. Hızla kapıdan çıkıp, yürümeğe karar vermiş olduğun halde yalınayak otobüse binmemelisin. Hiçbir zaman, birdenbire kendini bilmediğin bir yerde bulmamalısın. Bütün kötülükler hazırlıklı olmamaktan doğuyor.”
Böylece Atay iki yerden birden vurur: hem heykeli dikilenlerle, ortaokul tarih kitaplarıyla, payelerle alay eder, hem de ortak bir tutunamayanlık arayışının (“birlikte tutunamama”nın, Tutunamayanlar Lokallerinin, Acıma Bankalarının) komikliğini, tutunamamanın pozitif bir öneriye dönüştüğü an bütün sahiciliğini kaybedeceğini, gülünçleşeceğini sezdirir.
Yalnız, burada bir koruma çabasından da söz etmeli. Atay, alay eTtiği şeyi, tıpkı Turgut’un Selim’e yaptığı gibi, etrafına bir espri duvarı örerek, duygu cümlelerinin etrafını duygu parodileriyle örerek, başkalarından korur. “En büyük hazinemiz aklımızdır” diyerek, aklı herkesten önce kendisi gülünç kılarak, aklın soytarısı olmayı kendisi üstlenerek, başkalarının onu “gayri ciddiye” almasını engeller. Ya da tutunamamanın verdiği acıyla, oradaki duygusal içerikle önce kendisi dalga geçerek, onu melodramlaştırarak, onun başkalarına, düşmanca bakanlara alay konusu olmasını, başkalarının onu incitmesini engeller. İroniyi acıyı dindirmek ya da hafifletmek için değil; yaşatmak için, erişilmez ya da dokunulmaz kılmak için kullanır……….duyguyu abartıp ucuzluğa vardırarak, kendi acısı ve isyanıyla kendisi dalga geçerek, başkalarının onu dışardan eleştirmesini, ucuz ve gülünç bulmasını engeller. “şarkısı yarıda kaldı” der, hemen ardından bunu daha da abartıp geri alır:”Aklı karıda kaldı.” “Bat dünya bat” der, ardından bunu da abartır: “İki gözün kör olsun da piyango bileti sat!”
Oğuz Atay’da karşılığını bulmamış bir adalet duygusu var.